Geçtiğimiz günlerde Rekabet Kurumu sanat dünyasında ses getiren bir soruşturmayı başlattı. Ayşe Barım üzerinden kriminal bir tartışma böylelikle ortaya çıkmış oldu. Dizi ve film oyuncularının liyakati, cinsel hayatları, dolarlar, rüşvetler derken ülkemizin önemli bir sorunu magazin gündemine dönüştürüldü. Sistem kendi çürümesini allayıp pullayıp yine bize tüketilecek bir “içerik” olarak sundu. Türk sanat hayatındaki sorun esas olarak bir suç dosyası takibi ile çözülmesi mümkün değildir. Zaten bu sorunun temeli maddi suçlar da değildir.
Elbette Rekabet Kurumu’nun başlattığı soruşturma değerli bir girişim. Fakat sanatın tekelleşmesi yalnızca ticaret üzerinden mi değerlendirilmeli. Devlet yalnızca akçeli ve maddi varlıkların mı koruyucusudur?
Devletin sanat ve sanatçı üzerindeki etkisi nedir? Özellikle sinema dalında sanat dünyamızı hangi güçler dizayn ediyor diye düşünmeden edemiyoruz. Her şeyden önce bağımsız sanat yapmak ifadesinin gerçek dışı bir söylem olduğunu tespit etmek gerekir. Sanatçının yalnızca içsel duygularını da yansıtabileceğini iddia eden söylemlerin bilimsel dayanağı yok.
İnsan duygularını şekillendiren temel unsurlardan biri sosyal yaşamıdır. Gözleri görmeyen Veysel’in de sosyal yaşamı vardır, kulakları sağır olan Beethoven’in da bir yaşamı vardır. İnsan milliyetinden, ailesinden, soluduğu havadan, yediği yemekten bağımsız olamaz. Elbette sanatçı, bir aydın olarak hizmet ettiği sınıfı seçerek yediği ekmeğe de ihanet edebilir. Fakat bu da onu bağımsız yapmaz.
Ülkemizde özellikle dizi-sinema sektörü, ekonomik hacminden dolayı diğer sanat dallarından öne çıkıyor. Resim, müzik, tiyatro gibi sanat dallarına göre günlük tüketimi giderek artan bir dal olması oldukça önemli. Her sanat, içinde bulunduğu toplumun bir ürünü olduğu kadar geri dönütünde de toplumu etkileme özelliğine sahiptir.
İzleme alışkanlıkları, sanat tüketiminde de somut değişiklikler yaratmıştır. Her istediğinde istediğini izleyebilmek, insanın doyum kavramına yabancılaşmasına sebep olmaktadır. Sinemaya, tiyatroya gitmek ve odaklanıp izlemek, zevk almak bunlar artık rafine şeylerdir. Artık metroda, serviste dizi bölümleri ve realite şovlar izlenebilmektedir. Filmlerin en beğenilen saniyeleri de tüketime hazır halde telefonlarda hazır beklemektedir. Sağlıklı bir yaşamda yalnızlık, sessizlik, açlık, yorgunluk ve daha niceleri vardır. İşten eve dönerken serviste yanındaki arkadaş ile dedikodu yapmak, uyuklamak, müzik dinlemek yahut hiçbir şey yapmadan dışarıya bakıp düşünmek de insanın ihtiyacıdır. Çalışmak ve uyumak dışındaki tüm zamanları “boş” hale getiren yeni izleme kültürü, yemek yerken dahi komedi skeçleri izlemeye itiyor insanları. Oysaki boş zannettiğimiz zamanlar bizim hayatımızın parçası.
İşte bu yeni kültür sayesinde izlenme süreleri arttı. Artan izlenme süresini dolduracak içerik üretildi böylelikle dizi film sektöründe bir balon hızla şişti. Ekonomik hacmi giderek büyüyen sektöre rağmen sanatsal üretimde bir ilerleme görülmedi. Aksine sektörün ekranlarda yarattığı sahte dünya toplumun bütün medeni unsurlarını tahrip etti. Ahlaksızlık bu sektörün ağaları tarafından haz duyulacak bir hale geldi. Hangi Türk evinde ayakkabı ile dolaşıyor bilmiyorum. Ancak ekranlarda herkes evde ayakkabı giyiyor.
Bu sektörün yarattığı zengin çalışmıyor. Zamanını ahlaksızlıklar yaparak dolduruyor. Evinde sürekli elde kadeh “cool” bir şekilde sohbet ediyor. Bizim ekranlarımıza göre herkes zengin olmak zorunda. Bazı şeyler kolay kolay değişmiyor. Örneğin dizilerdeki zenginlerden etkilenip evinde ayakkabı ile dolaşan henüz kimseyi tanımadım. Ama sistemin zenginler gibi yaşayabilmeniz için size sunduğu başka şeyler de var. Örneğin içki içerek aynı o zenginler gibi havalı olabilirsiniz. Yahut çalışmadan para kazanmanın yollarını bulup aynı ekranlardaki adamlar gibi “çok önemli” kimseler olabilirsiniz. Evet erkekler önemli adam olabiliyor, bu sektörün kadınlara biçtiği rolleri anlatmaya gerek duymuyoruz. Yahut çeşitli ahlaksızlıklar yapıp bunu “entrika” olarak ifade edip aynı o holding sahibi dizi oyuncularına dönüşebilirsiniz.
Velhasıl Türkiye bu kültürel hegemonya altında adeta çürüyor. Liberal anlayışlarla “özgür” bırakılan bu sektör toplumun erdemlerini yok ederken servetine servet katma hürriyetine erişti. Rekabet Kurulu işini yapıyor ve meselenin maddi yönüne dair soruşturma yapıyor. Peki diğer kurumlar her türlü ahlaksızlığın, aile düşmanı, emek düşmanı, erdemsiz, bu çürümüş sanata neden müdahale etmiyor. Çünkü liberal sanat anlayışının da ekonomik mantıktan pek bir farkı yok “bırakınız yapsınlar”.
Bu sebeple, bir yandan batı merkezli cinsiyetsizleştirme karşıtı olduğunu söyleyen kurumlar diğer yandan tüm çürümüşlüklere izin veren bir sanat politikası izleniyor. Bireyi yabancılaştıran bu kültürel hegemonyaya karşı milletin devletten başka koruyucusu yoktur. Eğer bu hegemonya devletten daha güçlüyse, devlet milletini koruyamaz. Önce toplumun her gün kesintisiz bir şekilde bu çürümüş anlayışa maruz bırakacaksınız, sonra da fetvalarla erozyona uğrayan erdemleri korumaya çalışacaksınız. Bu, ülkemizdeki siyasetin samimiyetsiz bir kültür politikasıdır.