Kıymetli okurlarım gelin hep beraber zamanda bir yolculuk yapalım sizleri 1970’li yıllara götüreyim. O yılların çocukları olarak bizler, bambaşka bir dünyaya tanıklık ettik. Kıbrıs harbini yaşadık milli birlik ve bütünlüğü o yıllarda gördük. O yıllarda, Amerika’ya düşman olduk. O yıllarda ülke adeta ikiye bölünmüştü; sağcı-solcu kavgası sokaklarda kol gezer, kardeşi kardeşe düşürmek isteyen karanlık eller ortalığı karıştırırdı. 1980 darbesiyle birlikte bir dönem kapandı, sıkıyönetim ilan edildi, sokağa çıkmak bile cesaret ister hale geldi. O günlerin korkusu, belirsizliği ve sessizliği hala hatırımda yer eder.
O yıllar şehirlerimiz bir başka güzeldi tek katlı bahçeli evler vardı, sokaklarımızın cıvıltısı, mahalle aralarındaki dostluklar, komşuluk ilişkilerinin samimiyeti hala belleğimde capcanlı durur. O yıllarda arkadaşlıkta bir başkaydı; bir ekmeğin üzerine çemen sürer yerdik, bir topu, bir tebessümü paylaşırdık. Sokak oyunlarımızda kaybeden de kazanan da aynı sevinci yaşardı. Biz uzuneşeği, cilli oynamayı, saklambacı, beştaşı, seksek oynamayı, kovalamaca ve körebe oynamayı, çıtalı uçurtmayı, futbolu, bakkala hamurdan kese kâğıdı yapmayı, yakan top oynamayı bilen bir nesildik.
İlkokul ve ortaokul yıllarımızda derslerin yanı sıra hayata dair çok şey öğrendik. Yurttaşlık Bilgisi dersi sadece bir kitap konusu değil, iyi insan olmanın, topluma faydalı birey olmanın rehberiydi. Öğretmenlerimiz “Hak, görev, sorumluluk” derken, biz onların gözlerinde vatan sevgisini görürdük.
Kış geldiğinde okulun sobası yanmazsa üşümezdik, çünkü çözüm belliydi:
Evden getirdiğimiz bir parça odun, bir kova kömürle okulun sobasını yakardık. O sıcacık sınıflarda hem bedenimiz hem yüreğimiz ısınırdı.
Bugünün ısıtma sistemleri o günkü soba başı sohbetinin sıcaklığını asla veremez.
Yılsonları geldi mi, herkes bir heyecanın içine girerdi. Müsamereler, çocuk yüreklerimizin sahneyle tanıştığı ilk yerdi.
Kimi şiir okur, kimi skeç oynar, kimi de türkü söylerdi.
Ben ise Necmi Hocamın bana öğrettiği türküyü okudum.
“Gönül gel seninle muhabbet edelim,
Araya kimseyi alma sen gönül…”
Müsamereye katılanlar alkış tutardı. Hey gidi günler hey!
Evde yemek pişti mi, annelerimiz yemeğin kokusu komşuya gitmesin diye değil, “komşumun da nasibi olsun” diyerek bir tas yemeği paylaşırdı. Büyük, büyüklüğünü bilir; küçük, büyüğe saygıda kusur etmezdi… Bizim nesil annesini babasını, huzurevlerine terk etmeyen bir nesildi. Arkadaşımızın ailesini, kendi ailemiz olarak kabul eden, namus anlayışını buna göre dizayn eden bir nesildik. Biz psikologlarla, pedagoglarla şekillendirilen değil: psikolojik sorunlarını aile ve mahalle ilişkileri içinde bedavaya çözen bir nesildik.
Yaz tatilleri bizim için dinlenme değil, hayat okulunun ilk dersleriydi. Kimimiz ayakkabı boyar, terzinin yanında çırak olurduk, kimimiz lokantada bulaşık yıkardık, kimimiz ise pazarda limon ve soğuk su satardık. Hem aile bütçesine katkı sağlar, hem de “emek” kavramının anlamını o yaşlarda öğrenirdik.
Lise yıllarına geldiğimizde hayat artık ciddiyet kazanmaya başlamıştı. O dönemlerde eğitim sistemimizde her dersten üç yazılı, bir sözlü sınav yapılırdı; disiplin ve öğretmene saygı en üst düzeydeydi.
Biz öyle bir nesildik ki, o günün lise mezunları, bugünün birçok üniversite mezunundan daha donanımlı, hatta doktora seviyesinde düşünebilen bireylerdi.
Mantık ve felsefe derslerinde düşünmenin inceliklerini, sosyoloji dersinde hayatın anlamını, Milli Güvenlik dersinde ise vatan sevgisinin ne demek olduğunu öğrenirdik.
“Yerli Malı Haftası” geldi mi, herkes evinden getirdiğini sınıfla paylaşır, paylaşmanın ve dayanışmanın sıcaklığını hissederdik.
Okullarda düzen, saygı ve huzur vardı; öğretmen konuşurken sınıfta sinek uçmaz, öğrenciler pür dikkat dinlerdi.
Üniversiteye hazırlık dönemi ise bambaşka bir heyecandı. Mahmut Tezcan’ın Aşama dergilerini alır, gazetelerde yayımlanan testleri kesip çözerdik. Sonra sınav, sonra kazandığımız üniversite… Dört yıl boyunca hem çalışır hem okurduk. Zor ama bir o kadar da onurlu yıllardı.
Derken 1990’lı yıllar geldi…
Teknoloji hızla gelişiyor, özel televizyon kanalları birer birer açılıyor, evlerimize yepyeni bir renk ve ses dünyası giriyordu. Fakat bu renkli dünyanın parıltısı, zamanla bazı değerlerin solmasına da neden oldu.
28 Şubat 1997 ise Türkiye tarihinde sadece bir siyasi müdahale değil, aynı zamanda toplumsal bir kırılma olarak yerini aldı. İnanç ve yaşam tarzı farklılıkları üzerinden toplum keskin çizgilerle ayrıştı. İnancından dolayı nice genç kız okulların kapısında bekletildi, nice gencin üniversite hayali elinden alındı. “Post-modern darbe” olarak anılan bu süreç, yalnızca bir hükümeti değil; toplumun özgüvenini, adalet duygusunu ve birlikte yaşama inancını da derinden yaraladı.
2000’li yıllara geldiğimizdeyse tablo bambaşkaydı. Yeni kuşakla aramızdaki mesafe giderek açılmıştı. Bizim kuşağımız için alın teriyle kazanılan ekmek kutsaldı; onların dünyasında ise hız, haz ve kolay kazanç daha cazip hale gelmişti.
Hayatın anlamı değişiyor, değerlerin ölçüsü farklı bir boyuta taşınıyordu.
Yeni nesil artık gaz lambasını, tüp kuyruklarını, su kesintilerini bilmeden büyüdü. Belki bu onların suçu değil ama bu kolaylıkların, değerlerin yok olmasını da beraberinde getirdiği inkâr edilemez. Bugünün gençliği; sabırsız, tüketim odaklı, bazen de boşlukta savrulan bir kuşağa dönüştü. Sosyal mecralarda sanal ilişkiler, kısa yoldan “köşe dönme” hevesi…
Argo dil, kulakta küpe, burunda hızma, vücutta dövme… “Özgür bireyim” diyen ama özgürlüğün sınırlarını bilmeyen bir nesil… Cafe’lerde vakit öldürme...
Sahi, nereye gidiyoruz Allah aşkına?
Milli ve manevi değerlerin içi boşalıyor, aile yapısı zedeleniyor. Dizilerde ahlak dışı ilişkiler “normal” hale getiriliyor. RTÜK’ün, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın bu konuda daha etkin bir duruş sergilemesi şart. Çünkü mesele sadece televizyon değil, mesele bir milletin geleceği…
Bizim nesli küçümsemeyin. Bence bizim nesle benzemeye çalışın. İşte o zaman Türkiye kurtulur...
Bizler, 1970’lerin sokakta oynayan çocukları olarak bir gerçeği çok iyi biliyoruz:
Türk toplumun temeli ailedir, ailenin temeli ise değerlerdir.
Değerini yitiren bir toplum ise, geleceğini kaybeder. Hayırlı bir hafta diliyorum.