Hz. Peygamber’in uyguladığı İslam, yalnızca bir inanç sistemi değil; adalet, eşitlik ve özgürlük temelli büyük bir toplumsal devrimdi. O, bireysel vicdanı uyandırmakla kalmadı; kolektif iradeyi, yani toplumun kendi kaderi üzerindeki hakkını da tanıdı ve inşa etti. Bu, sadece Tanrı’yla kul arasındaki bağı değil; insanla insan arasındaki hiyerarşileri de dönüştüren bir devrimdi.
Fakat bu devrim, kısa süre içinde tersine çevrildi. Emevilerle başlayan ve Abbasilerle kurumsallaşan bir karşı devrim süreci yaşandı. Halifelik, danışma esasına dayalı bir görev olmaktan çıkıp, hanedana dayalı bir saltanata dönüştü. Muaviye’nin halifeliği oğluna miras bırakması bu kırılmanın simgesiydi. Halkın kolektif iradesi yok sayıldı, yerine saray merkezli bir kutsal iktidar ideolojisi yerleştirildi.
Bu süreçte, “kader” anlayışı yeniden yorumlandı. Cebriye düşüncesi desteklendi; insanlar yaşadıkları zulmü sorgulamasın, yöneticileri Allah’ın takdiri olarak görsün diye. İtaat, ibadetin önüne geçirildi. Sınıfsal ayrımlar, lüks ve israf İslami normlar haline getirildi. Böylece İslam’ın devrimci ruhu, iktidar adına sistemli biçimde boğuldu.
İktidar sahiplerinin korktuğu şey, yeni fikirler değil; halkın kendini kolektif iradesi ile yönetme iddiasıdır. Yani kolektif iradenin özgürlüğüdür. Çünkü bu özgürlük, yalnızca bir bireyin değil, bir toplumun kendi kaderi üzerinde söz sahibi olma talebidir.
Ve tarihten öğrenilen değişmeyen ders şudur:
İktidar sahipleri toplumda karşılığı bulunmayan fikirden değil, ona haklarını hatırlatan özgürlükten korkar.